ANLATMIYORUZ, HAYKIRIYORUZ / 3 Haziran 2008, Zahit Atam – Birgün
Semaver Kumpanya 10 Ekim 2002 tarihinde kurulmuş, muhalif ve ensemble özelliği gösteren bir tiyatromuz. Genel Sanat Yönetmeni Işıl Kasapoğlu’na göre Türkiye’nin tek ensemble’ı. Özel tiyatrolar içinde Türkiye’nin en fazla oyun sergileyen grubu aynı zamanda, yılda 250’den daha fazla sahne diyen bir topluluk. Hemen her oyunu ödül kazanan, yurtdışında da oyun sergileyen, geleneksel oyun teknikleriyle çağdaş yorumları birleştiren, oyunlarında çok başarılı müzik ve dans kullanan, Memo’nun Önlenemez Yükselişi başta olmak üzere gerçekten değerli çocuk oyunları sergileyen, tiyatro kursları düzenleyen ve nihayetinde Türkiye’de bir özel tiyatronun da değerli bir kütüphane kurabileceğini gösteren bir topluluk. Kurulduğundan beri festivalimize katılan ve özgün oyun yorumlarının yanında en yetkin oyuncularımızı kendi içinde yetiştiren ya da onlarla konuk oyuncu olarak çalışan bir grup.
Türkiye’deki ve dünyadaki güncel gelişmelere grubun bir tepkisi olarak hangi oyunu seçebileceğini belirleyebilecek bir oyun dağarcığına sahip. Gerektiğinde uyarlama yapıyorlar ve bu durumda güncelleştirme çabalarında başarılı bir performans sergileyebiliyorlar. Bu alamda İstanbul’da üç önemli tiyatro topluluğu, Genco Erkal’in öncülüğünde Dostlar Tiyatrosu, Mahir Günşıray’ın yönetmenliğinde Tiyatro Oyunevi ve Işıl Kasapoğlu’nun genel sanat yönetmenliğinde Semaver Kumpanya ile her biri Uluslar Arası Tiyatro Festivali’ne bu yıl katılmaları vesilesiyle söyleşmiş olduk. Üçü de solcu bir ideolojiye sahip, üçü de kendini kanıtlamış, üçü de özgünlükle modernliği birleştirebilmiş ve üçü de belirli bir muhalif bakışı sürekli koruyabilmiş bu topluluklar günümüz Türk Tiyatrosu’nda öncülük görevini başarıyla götürüyorlar. Bu yıl savaş naraları, toplumun içinde bulunduğu karmaşa ve kendimize söylemekten bir an bile geri durmadığımız kolektif yalanlarımız ve yaşamın karşısında bunların bilincine varmamız için bir kez daha Brecht tarafından sarsılmamız için tarihin gördüğü en mükemmel oyunlardan birisi Cesaret Ana ve Çocukları oyununu Enka’da sergiliyorlar. Cesaret Ana, ensemble meselesi, Türkiye’de Brecht yorumları… üzerine Işıl Kasapoğlu ve dramaturg Yavuz Pekman’la söyleştik.
>>Mahir Günşıray’la görüşmemizde, Türk Tiyatrosu’nda özellikle bir ensemble olmamasının belirli akımların, eğilimlerin oluşup şekillenmesini engellediği sonucuna varmıştık. Semaver Kumpanya uzun yıllardır birlikte çalışan bir ekip. Bu anlamda sizin tiyatronuzu nereye yerleştirirsiniz?
Işıl Kasapoğlu: Semaver Kumpanya baştan itibaren bir ensemble olarak kuruldu. Türkiye’nin tek ensemble tiyatrosu da denilebilir.100-125 kişiyle kuruldu., sonra eğitim süreçlerinden sonra 75’e düştü. Şimdi de 45 kişilik bir ekiple yoluna devam ediyor. Ensemble tiyatrosu her şeyi birlikte yapmaz, ama normal götürülen tiyatronun kültür politikasına birlikte karar vermek ve anlatılmak istenen düşüncede ortak paydada buluşmak anlamına gelir. Semaver Kumpanya hep belirli şeyleri anlatmak için varız diyor, anlatacağımız şey olmadığı zaman tiyatro yapmamızın bir anlamı kalmaz. Anlatacağımız şey olduğu zamanda gişe kaygısını bir kenara bırakmak gerekiyor.Birlikteliğimizde doğan enerjiyi anlatılması gereken şeyleri anlatmak için kullanıyoruz.
>>Sinema ve tiyatro yönetmeni Ingmar Bergman “İçsel olarak anlatmadan duramayacağım noktada sinema ve tiyatro yapıyorum” diyor.
Işıl Kasapoğlu: Aynen öyle, biz anlatamadan yapamayacağımız noktada sahneye sarılıyoruz ve sahnede yalnızca anlatmıyoruz, adeta haykırıyoruz. Ensemble’ın bir diğer anlamı, içinde birlikte yaşamak ve birlikte gelişmektir. Ben oyunculardan, oyuncu dramaturgdan, yazar sahnelemeden etkilenerek bir bütün oluşturur. Bu tiyatro kendi içinde ışıkçısını, sesçisini, dekor tasarımcısını, dramaturgunu, kendi şancılarını doğurmuştur. Tiyatronun bütün unsurlarının kendi içinde çözüldüğü bir tiyatro grubu haline geldik. Her seferinde bir şeyler söylemek ve haykırmak için varız diyoruz, çünkü söylemek yetmiyor.
>>Kendinizi Türkiye’de ve tiyatro tarihinde nereye yakın görüyorsunuz?
Işıl Kasapoğlu: Biz muhalefet tiyatrosuyuz. Genel anlamda yaşamda daha iyi, daha güzel, daha insani bir hayat için katkımız olsun istiyoruz. Bunu bir görev olarak algılıyoruz. Bunu yapmak için en iyi biçimleri arıyoruz. Önemli olan en iyi biçimleri anlatmak, söylemek istediklerimizi tartmak ve bunu en yetkin biçimde sahneye getirip izleyiciyle paylaşmaktır. Önce muhalifiz, ikincisi ise tiyatro bütün insanların bir ihtiyacıdır; Uganda’daki insanın da Çin’deki insanın da, depremi yaşayan insanın da gereksinimidir. Bize deprem sırasında İzmit Devlet Tiyatrosu’nda oyunlar sergiliyorduk, her taraf yıkıldığında sokaklarda her gece oyunlar oynuyorduk. Elbette ikinci bir alan olarak hoşça vakit geçirmek için yapılan bir başka tiyatro daha var; onun da iyisi kötüsü var, yani ticari tiyatro. Güzel ve hoşça vakit geçirmek için yapılır ama bizim meselemiz bu değildir, biz anlatıyoruz ve insanlara ulaşmaya çalışıyoruz, bunu da politik olarak muhalif sesimizin duyulması için kullanmaya çalışıyoruz.
>>Cesaret Ana’ya gelirsek, bu oyun binlerce kez sahnelenmiş ve Brecht’in rejisiyle sinemasal olarak da kaydedilmiş bir oyun. Nasıl bir rejiyle sahneleyeceksiniz ve niçin bu oyunu seçtiniz, günümüzle bağlarını nasıl kurdunuz?
Işıl Kasapoğlu: Niçin seçtiğimiz önemli. Nasıl yorumladığımız daha arka planda kalıyor. Bizim yaptığımız oyunlar kendi içinde ortaya çıkmıyor, muhalifliğin gereği toplumsal yaşamımızda ortaya çıkan olaylara karşı tepkimizi yansıtıyorlar. İçimizde bulunan oyular sırası geldiğinde hissimizi, düşüncemizi yansıtmak için sahneye aktarılıyor. Sergilediğimiz İnfazcı, Murtaza gibi. Bu oyunlar vardı kafamızda, sırası geldiğinde sahneye aktarıldı. Cesarat Ana da içimizdeydi, ama şu sırada kolektif olarak ağzımızdan dökülmeye başladı. Çünkü bu dönem bizi daha fazla anlatmaya başladı.
>>Savaşa eğilmesi ve bu süreçten nemalananlara ve küçük insanların tepkilerini belirli bir alay ve bilinçle vermesinden dolayı mı?
Işıl Kasapoğlu: Sadece savaş değil, karmaşa da diyebiliriz buna. Bilinç karmaşası yaşanması ve bunlardan nasıl yararlanıldığı konusuydu bizi çeken. Ergenekon bunun sadece bir parçası Bütün bunlar kime, nasıl ve niçin yarıyor. Türkiye’de anlattığı şey içimizde yaşananlardır, iktidarın bütün bunları nasıl kullandığıdır.
>>Cesaret Ana’da savaş sürerken olup bitenleri nesnel olarak göremeyen ve kendi işine bakan bir kadın üzerinden bir toplumun kendisini belirleyen büyük olaylar karşısında tepkisizliği ve yıkımı üzerinden bir anlatı kuruluyordu. Kolektif olarak bir kendini aldatma durumu yani.
Işıl Kasapoğlu: Anlattınız işte, Brecht’in anlattıkları bu konuda çok önem kazanıyor. İnsanların kendilerine garip bahaneler bulup, sahte nedenler türetmesi ve basit açıklamalar yapması, olup bitenleri anlayamaması. Toplumun kendini aldatması yani, beş milyon kişi yürüyüp bir şeyler olacak sanması. Oysa hayat akıp gidiyor, herkes kendi çıkarının peşinde, toplumun ve özellikle gençliğin bu kadar depolitize olduğu koşullarda çıkar savaşları içinde insanların tepkileri kayboluyor. 1600’lü yıllardaki Almanya’nın tarihinden örnekler vererek faşizm dönemi Almanya’sına bir dizi göndermede bulunuyor, dolayısıyla bizim için güncel bir oyundur.
>>Benzeri bir durum Brecht’in Antigone oyununa yazdığı ön oyunda da var. Korkuyla içe çekilen ve sinen kız kardeşler sonunda evlerinin önünde asılanın savaştan gelen kardeşleri olduğunu görüyorlar. Sinmenin diyalektiği, toptan yıkım oluyor.
Işıl Kasapoğlu: Bu kayıtsızlık bizi çok ilgilendiriyor, bundan önceki oyunumuzda da bunu işledik. İnfazcı’da büyük bir karmaşa sürerken sinip bekleyen genç ne zaman kendi sevgilisi de tecavüze uğruyor, harekete geçiyor. Üstelik giderek canavarlaşıyor. Ne zaman zülfiyare dokunulursa o zaman harekete geçmek, ülkemizin tipik bir hareketi oldu. Kolektif yalanlar ve bunlara dayanan hayali tepkiler karaktersizliğimiz olmaya başladı. Biz bu süreci anlatıp muhalif olarak başka şeyler yapmanın gerekli olduğunu sezdirmeye çalışıyoruz.
>>Hangi çeviriyi kullandınız ve daha önceki yorumları nasıl buluyorsunuz?
Işıl Kasapoğlu: Biz açıkça geçmişteki çevirilerin içinde kendimizi bulamadık, zorlandık. O nedenle kuruluşumuzdan beri içimizde olan dramaturg-çevirmen Yavuz Pekman metni tümüyle yeniden çevirdi ve yorumladı.
Yavuz Pekman: Metin çok derinlikli bir metin. Yabancı dilden okuduğum zaman elimizde olan Ayşe Selen’in çevirisi ve altmışlı yıllarda Divitçi Sencer çevirisi var, biraz daha yerel, biraz daha Türkçe söylenmiş bir metin. Bizi iki bakımdan tatmin etmediler; bizim metinden anladığımızı yeterince anlattığını düşünmedik. Bizim kumpanyamızın kendi içinde ortak bir dili var; istenirse buna oyunculuk, sahne, tiyatro dili denebilir, bu dili de yeterince karşıladığını düşünmedik. Bu nedenle metni eksiksiz, doğru, lezzetli, bir çeviri elde etmek için Brecht’e sadık kalarak tamamen orijinal bir çeviri yaptık. Sahnede belli ölçülerde elbette değişiklik oluyor. Sahnede biraz oyuncular çekiştirdiler, biraz kendi dillerini metnin diline benzettiler. Dramaturgi meselesine gelince, önümüze nedense iki dağ çıktı. 1960’lardan beri, Türkiye’de oynanan Brecht oyunlarında sanki yerleşmiş, kalıplaşmış, neredeyse kanun haline gelmiş bir tiyatro anlayışı var. Buna epik tiyatro diyoruz. Aslında bizim Brecht’ten anladığımızla yerleşik olanı birbirinden ayırarak işe başladık. Yani Brecht’in reji ya da oyunculuk anlayışının çok da baskısı altında kalmamaya çalıştık. Bizim için önemli olan metindi; bu metni bugün hangi oyunculuk anlayışıyla, hangi sahnelemeyle anlatabiliriz bunun kaygısı altında çalışıyoruz. Yani Brecht’ten daha Brechtçi bir tavra bürünmedik.
Işıl Kasapoğlu: Yanlış yorumlanıyordu.
>>Brecht’ten belirli yerleşik kanunlar için statik yorumlar tiüretilmişti bu ülkede…
Yavuz Pekman: Elbette Brechtyen unsurlar üzerinde kafa yorduk, sahnemizi oluştururken bunlardan esintiler halinde kendi sahne dilimizi oluşturduk.
>>Türkiye’de Brecht uyarlamalarında diyalektik bir yorumdan daha çok statikleşmiş kurallar altında bir yorumlanma uzun yıllar bir gelenek haline gelmiş.
Yavuz Pekman: 1920’lerde yapılan tiyatro o güne sadık kalınarak bugün aynen yapılamaz, sahnesi, oyuncuları, toplumsal yaşamı, insanı, her şeyi değişmiş. Dolayısıyla zaman boyutunda düşündüğümüzde dinamik ve halkçı bir tiyatronun formunu sabitleştirmek onu etkisizleştirmekten başka bir işe yaramaz. Yaşadığın ülkede geniş kitleleri etkilemenin yolunu sen arayacaksın ve bunu kendin bulacaksın. İyi olur, kötü olur ama bunun arayışı içinde olacaksın. Diyalektik dediğin unsur toplumsal değişmeyi baz alan, insan ve çevresi arasındaki ilişkideki çelişkilerden türeyen ve sürekli değişimi baz alan bir şey değil mi? Dolayısıyla ülkemizde diyalektiğin doğasına aykırı yorumlar yapılı yıllar boyu. Biz en azından bu uyarlamada kafamızın dikine giderek özgün bir yorum yapıp “yasaların” ötesine geçmeye çalıştık.
|