Biyografi Fotoğraflar Basından Yazı-Yorum Linkler İletişim Semaver Kumpanya

"MUHALEFET ETMEYEN TİYATRO OLMAZ" / 26 Nisan 2010, Özlem Altunok - Cumhuriyet

Belki de en doğrusu kızlarının adını sayarak başlamak...
Zeynep, Ophelia ve Mavi... Işıl Kasapoğlu’nun üç kızı. Zeynep ve Ophelia babaları gibi Sorbonne’da tiyatro okuduktan sonra, bir zamanlar babalarının Paris’te kurduğu kumpanyayı tekrar canlandırdılar. Zeynep yönetmenlik yolunda ilerliyor, Ophelia oyunculuk.
Mavi henüz 10 yaşında ama daha şimdiden onun yönettiği beş oyunda rol almış durumda. Sonrasını siz düşünün…
Atlamamak gerek, çünkü en az tiyatro kadar tutkunun dolup taştığı mecra deniz, Işıl Kasapoğlu için. Üç kızının da adı su ile bitiyor. Tekrar edelim; Zeynep Su, Ophelia Su, Mavi Su.
Işıl Kasapoğlu’nun denizle ilişkisini tanımlaması, şu hayatta başka bir şey yapmayı bilmiyorum dediği tiyatroyu yaşayışıyla pek denk düşüyor. Her yanını kaplayan içinde kaybolabildiği bir dünya...
Bir başlangıç daha...
Rita’nın Şarkısı, Profesyonel, Narnia, Peter Pan, Trainspotting, Peer Gynt, Prömiyer... Şu sıralar sahnelenen oyunlarından bazıları. Kimisi çocuk oyunu, ama herkese, kimisi ‘herkesin’ Semaver’i kumpanyaya, kimisi Ankara, Konya DT’ye...
Bir sezonda 12-13 oyunu farklı tiyatrolarda sahnelenen, şimdiye kadar 100’ün üzerinde oyuna imza atmış, Anadolu’da ilk ödenekli tiyatro İzmit Şehir Tiyatrosu’nu, gençlere Semaver Kumpanya’yı kurmuş, Aksanat’ın kurulmasında en az Cüneyt Türel, Tilbe Saran kadar payı var, bir süredir İşSanat’ta çocuk oyunları yapıyor, daha da aklında onlarca oyunun takla attığı bir yönetmen. Sevmeyeni çok olmalı sevenleri kadar.
Nerden, nasıl çıkıyor bu kadar hikâye derseniz, ‘karnımdan’ diyor. Bir tarihi, hesabı kitabı yok hiçbir oyunun. Hem durmayı sevmiyor, hem tutmayı. Acı da sevinç de keder de içinde birikip boğazına kadar yükselince hooop sahneye taşıyor. Bu o kadar kolay mı? Pek de önemsemiyor. Seyirci kim, sahne nerde, bütçe nasıl karşılanır? Elbet bir yolu bulunur. Önce anlatılmak istenen anlatılacak.
Yönetmen yerine ‘anlatıcı’ diyor kendine. Hikâyeler anlatıyor.
Hayatta bir karşılığı varsa, içindeki ona ait bir parçanın, iğne ucu kadar da etki edeceğini bilse, tamam. Suskunluğu, isyanı, varoluşu, tıkanıklığı paylaşmak olsun. Ama bir seyirci, ama 100. Çünkü seyirci hep aynı kişi. Biraz bencilce mi?
Bir daha başlayalım...
Her prömiyer gecesinde tiyatronun en kuytu köşesi onun. Çünkü her prömiyer bir ağıt onun için, artık bitmiş olan oyuna. Ama bu son, aynı zamanda bir başlangıç da…
Önceleri Paris’te, Theatre a Venir yıllarında her oyun sonrasında hastane yolunu tutmak bedenine pahalıya patlayınca merhemini kendisi bulmuş: Gelsin sıradaki oyun!
Peki, hayalet gibi bir görünüp bir kaybolan, sadece o an orada olan bir şey için insan nasıl bu kadar uğraşabilir? Başka türlüsünü bilmiyor. Ölümle mücadelenin çetrefilli bir yolu, bu. Temelinde de kalıcı olana mesafe var. Bir oyunu ancak sezonunda izleyebilirsiniz öyle değil mi? Sonra uçar gider, yerine yenileri gelir. İşte tam da bu, bir şeyler seyircinin kafasında asılı kalsın yeter. Kalıcılık dediğiniz nedir ki!
Ona kalanlar, onda kalanlar var ama...
Bu bir girizgâh daha ister...
“Kral Lear” babası için, “Gılgamış” dostlarına, “Trainspotting” uyuşturucudan ölen Paris’teki üst komşusu demek biraz da. Her oyununun içinde Onat Kutlar, Mehmet Ulusoy var, tanıştığı hayatlar, okuduğu masallar, iktidarlar, şiddet, bir gazete manşeti, deprem, Anadolu, Van, Diyarbakır, Trabzon... Şu sıralar Semaver’li “Titus” var İstanbul Tiyatro Festivali için, sonra kim bilir neler neler...
O, devam ediyor...

 

VE TİYATRO!
“Galatasaray Lisesi’ndeyken başladım tiyatro yapmaya. Nedenini tam bilmiyorum ama başından beri kafamda dramaturji okumak ve tiyatroyla yaşamımı sağlamak vardı.
Okulda ‘Yaprak Dökümü’nü sahneye koyduğumuzu hatırlıyorum, hatta ben oyunda Ali Rıza Bey’i oynuyordum. Yine o sıralarda ŞT’de figürandım, Beklan Ağabey’in (Algan) oyununda oynuyor, asistanlık yapıyordum. Liseyi bitirir bitirmez Ankara Dil Tarih’te Dramaturji bölümüne başvurdum ve kazandım, ama grevlerde, fabrikalarda sokak tiyatrosu yaparken İstanbul’dan ayrılamayacağımı anladım. Bir süre endüstri tasarımı, biraz hukuk okudum. Bu arada Onat Ağabey’le tanıştım, Sinematek dönemi, ASA (Sanat haberleri ajansı) derken 77’de her şeyi bırakıp tiyatro okumaya Paris’e gittim.
Sorbonne’da tiyatro okurken bir taraftan da Mehmet Ağabey’e (Ulusoy) yardım ettim. Işık, ses, dekor... Uzun ve derin bir süre, eşekler gibi çalıştım. 1982’ydi sanırım, ilk mizansenimi bana Chaillot Tiyatrosu’nda Antoine Vitez verdi. O oyunla yönetmenlik dünyasına adımımı attım. Yönetmenliğin sadece sahne değil, hayatla ilgili olduğunu da ondan öğrendim.
1983’te Theatre a Venir’i, ‘Geleceğin Tiyatrosu’nu kurdum. Pinter, Duncan, Shakespeare, Soudee… Yüzlerce turne yaptım, bütün Fransa, Kuzey Afrika, Antil Adaları, Avrupa’nın hemen her kenti... Tiyatro kurulduktan iki yıl sonra bakanlıktan ödenek almaya başladık, ödenek her sene arttı ve sonunda ilk 110 tiyatronun içine girdik.”

FRANSA’DAN TÜRKİYE’YE
- Peki her şey yolundayken Türkiye’ye nasıl ve niye döndünüz?
Ödenek bir yerde tıkanmıştı ve benimse büyük bir adım atmam, 9-10 değil, 20-25 kişilik oyunlar yapmam gerekiyordu. Bunun zorluğunun farkına vardım. 1990’dı sanırım, Türkiye’de “Kral Lear” yapmamı istiyorlardı. Ben de hem orada hem de Türkiye’de oyun yapmaya karar verdim. Diyarbakır’da “Macbeth”, Trabzon’da “Venedik Taciri” derken arkasından diğerleri geldi ve 4 sene sonra Paris’te evim, arabam, tiyatrom dururken burada olduğumu fark ettim.
- Gelelim oyunlarınıza... Tanımlaması zor, size özgü bir sentez görüyoruz. Bir Shakespeare klasiğinde Makber şarkısını da duyabiliyoruz, ortaoyunu öğeleri de görebiliyoruz. Kuklalar, maskeler derken, opera, müzikal ya da Narnia gibi fantastik bir oyun da yapabiliyorsunuz. Nereden geliyor bu çeşitlilik?
Bu anlamda Fransa’nın bana çok yararı oldu. Açıkçası en başta kendi dünyamdan elemanları kullanmak, daha verimli sonuçlar elde etmemi sağlıyordu. Bu yüzden oradayken Türk tiyatrosunu çok iyi inceledim; ortaoyunu, meddah, masallar, Pertev Naili Boratav, Hacivat-Karagöz, kuklalar... Her şeyin içine girdim. Türk tiyatrosunun geleneğinden öğrendiklerimi okulda ya da diğer yönetmenler sayesinde öğrendiklerimle birleştirince kendime özgü başka bir tiyatro çıkıyordu ortaya. Buraya döndüğümde de yaptığım oyunlarda geleneksel Türk tiyatrosuyla Fransa’daki 20 yılın birikimini karıştırabildim.
- İki farklı ortam içinde gelgitler yaşamadınız mı yani?
Ben bir yere gelmiş ya da bir yerden gitmiş gibi hissetmiyorum kendimi. Sadece işimi yapıyorum.
- Kızlarınızı ve tiyatroyu çıkarırsak ne kalıyor geriye hayatınızda?
Kızlarımın adından da belli. Deniz... Kendimi bildim bileli balıkçı teknesi, gezi teknesi hep denizin içinde oldum. Eskiden dalardım, gözlük, şnorkel 4-5 saat çıkmazdım. Kalp krizlerinden sonra balıkçılıkla ilgilenmeye başladım. Ama hâlâ istiridye çıkarırım kendi gizli köşelerimden. Denizin sunduğu güzellikleri keşfetmek, balıklarla konuşmak büyük özgürlük...
Bu yıl yapayalnız 3 ay geçirdim denizin üstünde. Suyla olan ilişkime de kendi dünyam diye bakıyorum. İçine girdiğinizde her yerinizi kapsıyor ve reddetmiyor. Siz de onun içinde deviniyorsunuz. Pek anlatılabilecek bir şey değil sanırım... Ama isterseniz deniz yemekleri anlatırım, ahtapot, kalamar...

Yönetmenden oyuncuya notlar...
-Yönetmenin görevi oyuncudan gelen yaratıcılığı ona ayna gibi geri yansıtıp bir ilerisine gitmesini sağlamak, ama yönetmenin bir dünyası yoksa bunlar olmaz. Türkiye’de böyle oyunlarla çok karşılaşıyoruz: Eli yüzü düzgün bir oyun, her şey iyi yürüyor, ama ortada bir dünya yok. Benim tek becerebildiğim şey, o dünyayı kurmak ve oyuncuları içine atmak.

- En önemli huyum, masa başı çalışması yapmamak. Bir metni neden sevdiğimi, ancak o metni, provada aktörler okuduğunda, sahnede gördüğümde anlıyorum. O yüzden aktör olmadan ben yokum.

-Provalarımda oyuncular bazen zorlanmaktan ağlıyor. Zorluyorum çünkü ‘Ben, siz ne verecekseniz onun üstüne çıkmak için buradayım’ diyorum. O zaman onlar da değişiyor, ben de...

-Bizde çok iyi aktörler var ama çoğu kendisini mahvediyor. Aktör olmadan dizi, reklam, seslendirme çarkına girenlerin oralarda posaları çıkıyor, sonra da yok oluyorlar. Ama Selçuk Yöntem, Zuhal Olcay, Tilbe Saran, Bülent Emin Yarar, Yetkin Dikinciler, Serkan Keskin, Tansu Biçer gibi, önceden zaten aktörlerse onlara bir şey olmaz.

-Herkes kendine ‘sanatçı’ diyor, çünkü sanatçıyım dedikleri zaman kurtarıyorlar, ‘oyuncuyum’ deseler, izleyici ‘Ne zaman, hangi oyunlarda izledik sizi’ diyecek.

-Muhalefet etmeyen tiyatro olmaz. Bütün bu serseri dizilerin, medyanın kapattığı ufukları yeniden açabilmek, arkadaşlarımın TV’yle bozdukları, kirlettikleri yaşamlara katkıda bulunabilmek için tiyatro yapıyorum.

-Türkiye’de herkes değişmemekte ısrarlı, çünkü değişmek korkutucu bir şey ve değişmek istediğin zaman çalışman gerekiyor. O yüzden pano dekorlar uygulamak, aynı Macbeth’leri oynamak pek çoğuna kolay geliyor.

-70 milyonluk koca ülkede gösteri sanatlarıyla hayatını geçindiren hepi topu 3 bin kişiyiz. Bu sayı sadece Paris’te 90 bin. Tiyatroda en büyük sorunumuz çoğalabilmek.

-Türkiye’de hem çocuk hem de yetişkin oyunu yapan sanırım bir tek ben varım. Benim için çocuk ya da yetişkin oyunu fark etmiyor. Zaten bütün oyunlarımı bir çocuğa anlatır gibi aktarmaya çalışıyorum. Çocuklar vazgeçilmezlerim. Bizi onlar yönetecek, ben de iyi yönetilmek istiyorum.

Ana Sayfa || Biyografi || Fotoğraflar || Basından || Yazı - Yorum || Linkler || İletişim || Semaver Kumpanya